Tam iki haftalık tatil koparmışım iş yerinde ilk senemi doldurmadan, durur muyum! Hemen yola koyulma hazırlıklarına başlıyorum ama bir kekem var ki fena.. izin hikayemi duyar duymaz ilk tepkisi “sen yokken doğurayım da gör!” oluyor. Aslında itiraf etmem gerekirse benim de korkum bu, ya doğurursa?
Temmuz’un ikinci haftası olmuş, teknik olarak her an doğum olabilir.. Gidiyorum İstanbul’dan ama aklımın bir yanı buralarda kalıyor. Sık sık konuşuyoruz telefonda ve tabii her konuşmanın klişesi: “Sen dur oralarda daha! Sen gelmeden doğurayım da gör!”
Sanırım bir kadının sevdiği birine yapabileceği en korkunç –ve tabii bir yandan da tuhaf- tehdit bu. Her seferinde, “yahu keke, üç saatlik yoldayım altı üstü. Sen ‘sancı başladı’ de, ben daha doğum başlamadan ordayım” diye cevap veriyorum.. eh yalan da değil, o da bunu her seferinde kabul ediyor. Yine de her gün kulağım telefonda..
Neyse ki sonunda dönüş günüm gelip çatıyor, Ağustos’un 1’i son izin günüm ve Derya henüz doğurmamış! İçim rahat dönüyorum bıraktığım yerlere.. Kolay değil, bunca senelik arkadaşım, kardeşim, yoldaşım, kekem.. Bensiz doğuracağını aklıma bile getiremem, minik arkadaşımızın aramıza katılışını kaçırmak gerçekten korkunç olur.
Doğum biraz daha bekleyecek..
İzin dönüşü ilk günüm mecburen evde geçiyor, ertesi günse ilk işim Derya’yı görmek olacak. Ayın üçünde ben işimin gücümün başında uğraşırken onlar
rutin doktor kontrollerine gitmişler. Akşam gittiğimde; öğleden sonra doktora gitmekle kalmamış, sonrasında da bir dolu misafir ağırlamış bir kadın buluyorum karşımda. Her zamanki gibi enerjisi, muhabbeti yerinde.. Doktordan aldığı son ayrıntıları anlatıyor: doğum biraz daha bekleyecek.
Kekem ise bir yandan çok rahat ama bir yandan da ağustos sıcağında - İstanbul’da ve karnı burnunda olmanın sıkıntılarını yaşadığı ve belki de artık o’nu görmek için çok sabırsızlandığı için bir an önce doğurmak istiyor. Bunları konuşuyoruz uzun uzun.. Zor işler.. hak vermemek elde değil..
Nişan ne???!!!
Biz muhabbet ederken, karnında tuhaf bir ağrı başladığından söz ediyor ama aldırmıyoruz, bütün gün koşturmuş doğaldır diye düşünüyoruz.. Derken uzun bir telefon görüşmesine dalıyorum, arayan ablam.. Bu sırada Derya cephesinde bir hareket, bir kıpırdanma var ama anlamıyorum tabii. “doktoru arasam mı?” diye konuştuğunu duyuyorum Aylin’le.. Sonra telefon kapanışı ve sorular.. ‘nişan’ falan diye bir şeyden bahsediyor Derya.. Tam dokuz ay olmuş, beni her türlü doğum diline alıştırmış ama en önemli detayı atlamış sanırım! Ah be keke, ben taaa Edirnelerdeyken sabahın kör vakti arayıp kemiklerin nasıl açıldığını
anlatmayı biliyordun da bir nişancığı mı anlatmayı unuttun? Nişan ne???!!!
Bu ağrı ne peki?
Derya’nın kısa açıklaması yetiyor, hadi hemen ara doktoru diyoruz ama bir yandan da kaptırmamaya çalışıyoruz bu fikre. İyi de etmişiz, vajinal muayenedendir diyor doktor.. Eh koca doktor, ikna olmak hiç zor değil.. Eh tamam nişan değilmiş de, bu ağrı ne peki? Düzenli aralıklarla hafiften gelen bir ağrımsı sancımsı bişey. Bir kere doktora da danışmızşız, hem biliyoruz ki (o kadar filmi boşa izlemedik herhalde) doğum başlarken kadın, civar hastanelere ‘hazırlanın doğum başlıyor’ sinyali verecek kadar büyük çığlıklar atar.. Bu bilgiye güvenerek ağrıyı da muayeneye veriyor, muhabbete devam ediyoruz. Hayır, o kadar da düzenli ki ağrılar, bir süre sonra ‘zaman mı tutsak ne?’ moduna geçiyoruz tüm inkarımıza –ya da doktorun tüm inkarına- rağmen..
Hiç fena fikir değilmiş, bildiğin 10 dakikada bir falan düzenli olarak geliyor ağrı. Derya belinin ovulmasını istiyor, bir yandan da kafalar iyice karıştığı için zaman tutmaya devam etmeli.. Organizatörümüz olarak hemen görev dağılımını yapıyor tüm sakinliğiyle: Aylin bel ovucu, Gökay zaman tutucu.
Doğuruyor yahu!!!
Görevlerimizi hiç aksatmıyoruz: Derya ağrıyor, Aylin ovuyor, Gökay sayıyor. O aralıklarda da sohbet muhabbet gırla tabii! Zaman oluyor ki gülmekten görevlerimizi aksattığımız oluyor. Allah kimseyi geyiklere karıştırmasın, kadın doğuruyor yahu!!! Bu sırada sancılar tak diye 7 dakikaya, ardından kısa zamanda 5 dakikaya düşüyor. Durum ciddi galiba diye düşünmeye başlıyoruz ufaktan (nihayet). Malum; baba iş yerinde, arayıp bir haber edelim diyoruz telaş ettirmeden. Derya o kadar rahat ki Savaş’ı da telefonun diğer ucunda sakinleştirmeyi başarıyor. Savaş işine gücüne devam ederken sancı aralıkları 2 dakikaya kadar düşüyor. Biraz şiddeti artmış olabilir ama yalnızca Derya’nın duşa girip, en güzel elbisesini giyip, saçını başını toplayabileceği, arada da bizimle muhabbet edebileceği kadar..
Saat 24.00 sularında baba adayımız telaşla giriyor eve, biraz şaşkın. Sanırım doğal olarak: Derya’nın basbayağı doğum sancısı başlamış ama her şey fazla sakin ve evdeki üç kişi kikirdeyip duruyor. Derya hala doktoru yeniden aramaya ikna değil, Savaş’ın en önemli görevi de bu oluyor: Derya’yı ikna etmek.. (ki bilenler bilir, Derya’yı ikna etmek gerçekten en zor şeylerden biridir)
İşşşte bu!
Doktor’un “hem-men gelin! Ne duruyorsunuz!” demesiyle yol hazırlıklarına başlanıyor, sonra Neşe’yle Gökşen arabayla geliyorlarmış haberi gelince, üstüne bir de oturup rahaaat rahat gidelim diye onları bekliyoruz. Çok da iyi etmişiz, çok sürmeden geliyorlar, düşüyoruz yola. Yinde de herkesin bir “ya değilse” ihtimali duruyor kafasında, zira Derya hala ortalığı bağırarak inletmemekte kararlı.. O yüzden hastaneye varıp Derya, ebenin de olduğu odaya kapatıldığında; biz kapıda bekleyenler hala kendimizi Aze’nin geldiği fikrine kaptırmamaya çalışıyoruz. Ve çok geçmeden kapı açılıyor, ebe yüzünde bir gülümsemeyle, bizi içeri çağırıyor. (Ne anlama geliyor bu gülümseme? ‘amma da abartmışınız buralara kadar gelip, bildiğin sahte sancı bu’ falan gülümsemesi mi acaba?) İçeri giriyoruz, haberi Derya veriyor: Doğum başlamış! İşşşte bu! Alkış kıyamet!
Bir zılgıt atmadığımız kaldı, sancılı (!) anne adayımız da dahil! Hastanedekiler
şaşkın..
Kapı dışına sürgün..
Gerisi, hastanenin denetimindeki süreç. Her şey daha bir hızlı ilerliyor, hızla odaya taşınıyoruz, sonra aynı hızla biz yanındakiler dışarı çıkartılıyoruz. Bu kez kapı önünde sürüyor bekleme. Arada gözümüzün önünden bir Derya geçiyor, sonra tekrar dönüyor falan.. Sürecin yalnızca uzaktan izleyici olarak kalıyoruz koridorda. Hayır bensiz sancı aralığını falan nasıl ölçüyorlar onu anlamıyorum.. Her an tetikteyim, ihtiyaç anında kronometremle saymak için hazır bekliyorum.. Derken.. Görevlilerin sabrı taşıyor bir yerde, bu kez ‘ses yaptığımız için’ (muhabbet diyorduk oysa) taa hastanenin dışına sürülüyoruz. Daha elimizde sigarayla koridorda gergin doğum bekleyicisi sahnesini bile yapamamıştık oysa.. Asıl bu sahnenin kahramanı olması gereken Savaşsa, endişeyle bir içeride, bir dışarıda süreci idare etmeye çalışıyor. Herkes sabırsız.. ‘Hadi Aze, gel de sevelim artık!’
Yoksa?!!!!
Hastanenin önündeki bekleme ise, kah petrol istasyonunda, kah merdivenlerde, kah arabaların içinde sürüyor.. Ben en çok süreç uzayacak da ben işe güce gittikten sonra doğum olacak diye endişeliyim aslında. Öyle olmayacağına kendimi ikna etmeye çalışıyorum ve sabaha karşı pes düşüyoruz. İçerde ne olup bittiğine dair bir fikrimiz yok.. Birileri haber verecek diye başka başka şeylerle oyalanıp zaman geçirmeye çalışıyoruz. Sabaha karşı uyku gözlerimizi ele geçirmeye başlıyor yavaştan.. Arabalara bölünüp kafaları dayıyoruz bir yerlere. Tam uykuya dalıyoruz ki camda bir tıkırtı! ‘Ha?! Ne?!’ Savaş gelmiş! Yoksa?!!!!
Aze gelmiş!
“Aze doğdu!” diyor savaş yavaşça. Tanrım! geceyarısından beri beklediğimiz haber işte geldi! Ne yapmalı? Bebek! Bebek gelmiş işte! Aze gelmiş!!
Savaş sonunda bütün akşamın stresini Ayşen’e sarılıp ağlayarak atıyor. Biz onca muhabbetin arasındayken en zor süreci yaşayan o oldu belki de.. Hepimiz mutluluktan ne yapacağımızı bilmez haldeyiz. Aze’yle birlikte içeri giriş vizemiz de geldiğine göre, yerden bir karış yüksekten süzülerek odaya gidiyoruz hep birlikte... Orda! Gerçekten onca zaman kekemin karnında bir yerlerde durmuş o ufaklık sonunda kucağında öylece duruyor! Daha büyülü başka bir sahne bilmiyorum.. Gerçekten bilmiyorum.. O kadar güzel ki! İnanılır gibi değil.. hiç değil..
Kendimizi yeni doğmuş bebeklerin çirkin olacağı fikrine de boşuna alıştırmışız doğumdan önce, basbayağı şahane bir tip bu! Yumuk gözleri, minicik –ama gerçekten minicik- yüzü, eli kolu büyüleyici.. Rüya gibi.. Derya çok mutlu, Savaş da.. İşte şimdi karşımda en güzel anlarını yaşayan bir aile var.. Dünyanın en şahane bebeklerinden biri, hiçkimseyi yormadan-üzmeden sonradan da hep olacağı gibi sakince ve sabırla aramıza geldi nihayet, ve orda öylece duruyor..
Anasının kucağında.. Hem de inanılmaz kokuyor..
Tam o dakikalarda çekilmiş bir fotoğrafımız var, kim çekti hiç bilmiyorum.. Çoğunluk objektife bakıyor doğal olarak.. İşte o fotoğraftaki şaşkınlık halim tam da budur: Gelmiş! Ne kadar da güzel! Gözlerimi alamıyorum..
... 1 Sene Sonra
Bunlar yaşanalı tam 1 yıl oldu bugün, minik arkadaşımız Aze Çınar tüm güzelliği, tüm şahaneliğiyle aramıza katılalı.. Gerçekten varlığıyla çok şey değiştirdi; günlerimizi daha güzel etti, en moralimiz bozuk, en mutsuz günümüzde sadece onu görmek bile yetti.. Hala muhteşem kokuyor, gülüşüyle her şeyi hale yola koyuyor sanki.. Hoş geldi..
Biricik kekem ve Savaş.. Gerçek bir aile oluşunuzun birinci yılı, canım yeğenim Aze Çınar’ın birinci yaşı kutlu olsun, bundan sonraki yıllar da hep böyle mutlu geçsin. İyi ki varsınız.. İyi ki doğdun mis kokulu kuşum!
Biricik kekem ve Savaş.. Gerçek bir aile oluşunuzun birinci yılı, canım yeğenim Aze Çınar’ın birinci yaşı kutlu olsun, bundan sonraki yıllar da hep böyle mutlu geçsin. İyi ki varsınız.. İyi ki doğdun mis kokulu kuşum!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder